5 Aralık 2019 Perşembe

ARDI SIRA


Ne hissetsem bilemediğim çalışma tempomun bir sonucu da blog'tan uzak kalmam oldu. Kesinlikle bir bahane olmamakla birlikte artık daha az okuyorum ve daha az yazıyorum. İş yerimde geçen 8-9 saatin ardından eve gelince bir şeyler atıştırıp, çay içmekte buluyorum teselliyi ve yarın da erken kalkacağım diye hayıflanıyorum. Çalışan bireylerin ortak yazgısı bu mu ? Bu ise eyt'ye tez vakitte çözüm gelmesini kuvvetle savunmaya niyetleniyorum.Her neyse her daim serzenişten vazgeçip gelelim esas amacıma

Ardı sıra okumuş olduğum üç kitap var bu ara, müsaadenizle değinmek isterim.

 İlk okumuş olduğum kitabı, twitterda takip ettiğim birkaç hesapta görmüş olup daha sonra kitapçının indirim reyonunda gördüğümde de var olan aşinalık sebebiyle alıp okumaya karar vermiştim. Kitabın ismi, Neden Feminist Değilim ? Jessa Crispin adında bir Amerikalı kadının kaleme almış olduğu bu kitap klasik bir blog yazısını örneklendirmekte. Oldukça basit ve anlaşılır bir dille yazılmış olan bu kitapta temel olarak irdelenen feminist kavramı. Kime feminist derken kime denilmez nasıl sınırlandırılır nasıl etiketlendirilir vs. Hızlıca okunabilecek, bize minnak bir özet sunan bu manifesto genç çevirmen Ebru Kürkçü tarafından Türkçe'ye kazandırıldı.

 Daha sonra okumuş olduğum kitap, 50lik banknotlardan tanıdığımız, ilk kadın roman yazarımız Fatma Aliye'ye ait. Fatma Aliye, Refet'i kaleme alarak çağlar boyu sürecek olan kadının edebiyatta var olma mücadelesine öncülük ediyor. Okur yazar oranının çok az olduğu o yıllarda, edebiyat da zengin uğraşı. Fatma Aliye de saygın bir ailenin kızı olmasından ötürü iyi bir eğitimin ardından peşi sıra okuduklarına öykünerek yazma uğraşına giriyor. Refet de bu var olma mücadelesine istinaden yoksul bir kızın okuma aşkını ve öğretmen olma serüvenini anlatıyor. Dönemindeki tüm eserler gibi tesadüfler silsilesiyle ilerleyen öyküyü okumak oldukça dinlendirici, kolayca okunuveriyor. Bir çırpıda bitebilecek bu eserde elbette ki günümüz Türkçesine uyarlayan Senem Timuroğlu'nun katkısı da büyük. Senem Timuroğlu'nun çalışma alanına paralellik gösteren bu uyarlama işi, Refet, aynı zamanda hemen hemen hepimizin de bildiği ve sevdiği Çalıkuşu romanındaki Feride karakterine de yön verdiği söylenebilir.

 Ve son olarak, biricik Tezer Özlü'nün kendi adıma en keyifsiz eseri, Yeryüzüne Dayanabilmek İçin. 
Tezer Özlü'nün ölümünün ardından dergilere ve gazetelere yazmış olduğu güncel yazıların derlenmesi ile oluşturulmuş, dostları tarafından yayınlanmış bu kitap, 80'li yılların kültür sanat işlerini içeriyor. 80'li yıllardan bu yana geçen uzun zaman ve benim o yıllara uzaklığım dolayısıyla kitapta geçen pek çok ismi bana yabancı kılıyor. Kitaptaki ödül törenlerine baktığımda ödüllü eserler aksine günümüzde kült olarak anılmayan, unutulmuş eserler.
Tüm eserlerinin içinde en az kendi benliğine rastladığımız eseri Tezer Özlü'nün. Bu bakıma öncelik diğer kitaplarına verilmeli usta yazarın.

 Ardı Sıra hayatıma eşlik etmiş tüm kitaplara teşekkürlerimle

8 Eylül 2019 Pazar

Okuma Uğraşı


pavese ile ilgili görsel sonucu

                                                      PAVESE VE YAŞAMA UĞRAŞI'NA DAİR

Bazı kitapların ismine vurulup mütevazı kütüphaneme katma arzusu ile doluyorum. Bugün yazımda değineceğim Yaşama Uğraşı da o kitaplardan biri. Benim açımdan oldukça etkileyici bir ismi ve başarılı bir kapak tasarımı vardı ilk karşılaşmamızda. Arka sayfasında yazanlarda da kendimi bulunca biraz da ben de memnuniyetle okuma uğraşına giriştim.

Kitabın yazarı Cesare Pavese bir İtalyan ve sanırım isminin en doğru telaffuzu youtube’da (https://www.youtube.com/watch?v=r8aBX6nEdIw&t=30s )izlediğim bir İtalyanca videodaki gibi sezaare pavasee şeklinde biraz uzatarak söylemek. ( ne yazık ki başlarda ben Sezar Paves şeklinde okunuyor zannediyordum bu yüzden böyle bir açıklama yapmak mecburiyeti duydum.)
Araştırıp elde ettiğim kıt bilgiye göre yazarın ömrü bütünüyle İtalya’da geçmiş, yazarımız edebiyat okumuş, öğretmenlik yapmış, magazinsel aşklar yaşamış, döneminde dalga dalga yükselen faşizme karşı antifaşiş bir tutum sergilemiş ve bundan ötürü hapis yatmış,  faşizmin ardılı II.Dünya Savaşı esnasında da sağlık sorunları sebebiyle kız kardeşi ile birlikte yaşamış ve son olarak da kendi eliyle hayatına son vermeyi seçmiş.

Zaten Yaşama Uğraşı öyle bir kitap ki bu kıt bilgiden daha fazlasına ulaştırıyor insanı. Dile kolay yazarın 1935-1950 yılları arasında 15 yıllık bir yaşam serüvenini okuyorsunuz ve bu 15 yıllık yaşama serüveni insana yük olabiliyor Ve ben bu yükün ağırlığından ötürü yer yer çok bunaldım çok sinirlenir oldum. Kanaatimce çok da sağlıklı olmayan bir ruh halinin 15 yıldaki değişimine, gelgitlerine, tamamen subjektif çıkarımlarına şahitlik etmek pek de kolay değil. Ki Pavese’nin ilk başlardaki intihar hakkındaki görüşlerini tam zıttı olan ve adım adım beliren intihar fikrini fark edip yalnızca okumakla yetinmenin omuzlarıma bindirdiği bir yük de var. Bir insan nasıl ruh sağlığını kaybediyor, yaşama uğraşında yenik düşüyor tüm çıplaklığı ile görüyorsunuz.

Tüm bunlara ek olarak  kitabın ardından kafamda beliren bazı konu başlıkları var Pavesenin sıklılıkla üzerine kafa yormuş olduğu.

 İlk konu başlığı olarak elbette ki edebiyat var. Adım adım başarılı bir yazar nasıl oluyor Pavese tanıklık ediyorsunuz ve ayrıca yazarın ilk gençlik yıllarından itibaren hem okuduklarına dair notlarına hem de esinlendiği isimlere dair incelemelerine ulaşıyorsunuz bu aşama fazlaca edebiyat bilgisi gerektiriyor benim adıma çünkü bazı isimler çok yabancı ve bazı çıkarımlar çok ağır benim için. Bu konuda yetersiz olduğum için kitapta bazı kısımları tekrar tekrar okumam gerekti ve üzülerek belirtebilirim ki bazı kısımlar bende hala net değil.

Örneğin;
Cesare Luporini’nin Situazione e liberta nell’esistenza adlı kitabındaki ‘Responsabilita e persona’  bölümü ‘coşku anı’, ‘sürekli bütünlük’ (Simge ve Doğal Durum) konusundaki düşüncelerine açıklık kazandırdı.(bknz.27 Ağustos 1939, 22 Şubat, 24 Şubat II.paragraf, 27 Şubat 1940). Bugün yeni olan şey, coşku anı ile simgenin örtüşmesi, bunun da tam özgürlük anlamına gelmesi.

Ya da

Every Man in His Humour’u okurken şuna dikkat ettim: Öbür Elizabeth  dönemi yazarları güldürü ögelerini olaylardan alırken Shakespeare aynı iş için kelimelerden yararlanıyor.

Yazarın etkilendiği, öve öve bitiremediği isim Shakespeare olmakla birlikte yazarın Dante, Homeros, Milton, Hemingway, Leopardi ve Stendal gibi isimleri de sıklıkla andığını rahatlıkla ifade edebilirim.
Ardından kadınlara dair tutumundan bahsedebiliriz ve bu tutum beni huzursuz etmiştir. Kendi özgür iradesi mi yaşantısı mı bilmiyorum ama tüm kadınlar hakkından oldukça olumsuz ve sinir bozucu ifadeleri var.

Örneklendirmem gerekirse;

Bir erkeği bir çocuktan ayıran özellik, bir kadın üzerinde üstünlük kurmayı bilmesidir.
Bir kadını bir çocuktan ayıran  özellik ise, bir erkeği nasıl sömüreceğini bilmesi.

Veya

Kadınlar için tarih yoktur. Murasaki, Sappho; Madame de La Fayette birbirlerinin çağdaşı olabilirlerdi. Oysa moda diye bir şey var kadınlar için. Acaba bildikleri bir hile mi, yoksa akıl almaz bir yetenek mi, onların böyle tıpatıp modanın gereklerine uygun bir görünüşle karşımıza çıkmalarını sağlayan?

Veya

Evli bir adamın bile cinsel hayatına bir çözüm bulamamış olması sevindirici, avutucu bir düşünce. Evlenen adam bu zevki artık namusuyla ve huzur içinde tadacağını umar, oysa çok geçmeden karısından bıkar; onu gördüğü zaman bir orospuyu görüyormuşçasına boğuntuya kapılır. Krş. Tolstoy ve ***. Sonra da nasıl olsa onunla geçinemeyeceğini anlar. Tabii daha önce her keresinde  çocuk sahibi olmak ya da kendini tutmak ve doğum kontrolü uygulamak sorunuyla karşı karşıya gelmemişse. Her iki durumda da o güzelim özgürlüğü uçup gitmiş gibidir.

Veya

Kadınlar düşman bir ırktır, Almanlar gibi

Daha fazla bu hastalıklı düşünceleri örneklendirmeye devam etmeden diğer konu başlığımız olan tanrıya ilişkin görüşlerinin tanrıtanımaz bir halden giderek yumuşadığını belirtip, bir paragraf ile de örneklendireyim.

Tanrı’nın aynı zamanda teknik bir tufan – uzun düşüncelerin hazırladığı bir simgeler düzeni- olduğu da unutulmamalıdır.  

İntihara ilişkin düşünceleri de süreç içerisinde olumsuzdan olumlu bir kanaate dönüşmekte ve hatta 1946 yılında yani ölümünden 4 yıl önce kendini şöyle göstermektedir:

Mutlu musun? Evet mutlusun. Güçlüsün, deha sahibin,yapacak işin var. Yalnızsın.
    Bu yıl iki kere intiharı aklından geçirdin. Herkes sana hayranlık duyuyor, seni övüyor, seni kutluyor. Öyleyse ?

 Farkına varmadan ölümün kıyısına bile gelmiş olabilirsin üstelik.

Ve son olarak yaşamının son dönemlerinde onu derinden etkileyen aşkı ve aşk acısı. Bu aşkı;
 belki de varlığım onun varlığıyla karışabilse eskisinden daha çok anlamı olurdu yaşamanın.  olarak ifade ediyor.
Ölmeden 11 gün önceki uzun bir yazısında da sevdiği kadına karşı son aşk dolu sözlerini dile getiren Pavese sevdiği kadını kaybetmenin ardından büyük bir boşluğa düşüp de kıyıyor canına belki de.

pavese ile ilgili görsel sonucu

Kitaba ilişkin değerlendirmemin ardından Pavese’nin de belirttiği gibi okurken aradığımız yeni düşünceler değil, kendi düşüncelerimizin basılı sayfada doğrulandığını görmektir. Öyleyse geçelim benim doğrulanmış düşüncelerime:

Uçurumdan kurtulmanın tek yolu ona bakmak, derinliğini ölçmek ve kendini o boşluğa bırakmaktır.
Yanlışlar hep başlangıçla ilgilidir.

Aşkla ilgili bir düşünce: senin kardeşin olarak doğmuş olmayı ya da seni dünyaya kendim getirmiş olmayı isteyecek  kadar çok seviyorum seni

Hiçbir sakınma duymadan sevmek karşılığı durmadan ödenen bir lükstür.

O çöreğini yerken gözlerinle içtin onun güzelliğini

Bir aşığın mantığı: ben ölmüş olsaydım, o yaşamaya, gülmeye, talihini denemeye devam edecekti. Ama beni atlatıp bıraktı ve gene de yapıyor bütün bunları. Demek ki ben de ölmüş biri gibiyim
.
There is no excellent beauty that hath not some strangers (kitapta da İngilizce olarak geçmekte)

Bayramlar, tatiller, kalabalığın bir parçası olmak, aile gibi sıradan insanların hoşlandığı şeylerden bir tat almamakla övünmekten vazgeçmem gerekecek.

Kendimi yalnız bırakmamak için bütün gece aynanın karşısında oturdum.

Kendimizle başkalarını ayırt edebildiğimiz zaman, yani artık onlarla birlikte olma gereğini duymadığımız zaman genç olmaktan çıkarız. Ve iki şekilde yaşlanırız: ya kendimizden bile hiçbir şey beklemeyerek (taşıllaşma, ikinci çocukluğa dönme) ya da yalnız kendimizden bir şey bekleyerek (gayret)
Önceleri iktidar ideolojilere hizmet ederdi; şimdi, ideolojiler iktidara hizmet ediyor.

Senin yaşama uğraşının püf noktası, uğraşla ilgili olarak anlatım gereksinmesini, yaşamla ilgili olarak da insanlarla ilişki gereksinmesini duymandır.

Estetik değerler, ahlakın özü, gerçeğin ışığı öğretilemez. Her insan kendi içinde yaratmak zorundadır bunları. Bu kavramlar mutlak, zaman ve toplum dışı değerler oldukları için başkalarına iletilemez. Kelimeler bu kavramları ancak ana çizgileriyle dile getirebilirler.

Günleri değil anları hatırlarız.

Bir başka insanın çocukluğunu öğrenmek, onu yeniden yaşamak istemek, belli bir sevgi belirtisidir.

Aşkla şiir arasında gizli bir bağ vardır; çünkü her ikisi de, her kiminle olursa olsun, konuşmak, anlaşmak, ona içini açmak isteğidir. Yerini başka bir şeyin alamayacağı dizginlenemez bir istektir bu. Şarap da buna benzeyen düzmece bir durum yaratır; gerçekten de, sarhoşların durmadan konuşmaları bunun bir kanıtı değil midir?

Proust’un durumların ve insanların durmadan ve anlaşılmaz bir şekilde değişmesi ve istediğimiz şeyi elde ettiğimiz zaman bunun  artık bizi tatmin etmemesi yolundaki temel düşüncesi… 

Aşk iki sevgiliyi birbirlerine değil, kendi kendilerine çırılçıplak gösterme gücüne sahiptir.

Ah! Şu kayıtsızlığın gücü! Budur taşlara milyonlarca yıl değişmeden dayanabilme olanağı veren.

Bakarsınız , overhead bir konuşma sizi durdurur; sizi, doğrudan doğruya size söylenmiş sözlerden daha çok ilgilendirir, daha çok duygulandırır.

Ben –kanımca başka birçok kimse de- mutlak anlamda doğru olanı değil, kendimizin ne olduğunu arıyoruz.

İnsanlar arasında yaşamak, kendini rüzgarda uçan bir yaprak gibi hissetmek demektir. Bir an gelir, insan kendisini her şeyden uzaklaştırmak, bütün o bilardo toplarının belirliliğinden kurtarmak ister.
( Bu aşamada Murathan Mungan’ın linki bulunan şiirinin okunması şiddetle tavsiye edilir.  https://siirantolojim.wordpress.com/2012/07/18/bilardo-toplari-2/ )

Büyüklük yasak değil. Yasak olan egemen çevrelerin onaylamadığı büyüklük.

Seni hiç unutmayacağım, diyor. İnsanın bırakıp gitmek istediği birine söylediği gibi

Ve tüm bunların ardından Pavese’nin de belirttiği gibi söyledikleri doğru olmayabilir, ama bunları söylemiş olması iç benliğini ele veriyor.

Teşekkürler








13 Temmuz 2019 Cumartesi

Yeraltından Notlar


Cemal Süreya’nın bir programda kendisinden bahsederken ettiği şu söze şahit oluyoruz. "1944 yılında Dostoyevski okudum o gün bu gündür huzurum yoktur."
Ünlü şairi huzursuz eden Rus yazar Dostoyevski’nin en huzursuz karakterine değineceğim belki de. Kendi yarattığı yer altında ıstırap duyan o karaktere. Karakterin ismini bilmiyoruz ancak kendisi ile sürekli hesaplaşan bir adamın iç sesine, düşüncelerine kulak veriyoruz Yeraltından Notlar’da
Türkiye’de ve dünyada bu kadar okura ulaşan bir kitabın incelemesini, eleştirisini yapmak yersiz ve hadsiz geliyor kendi adıma ama kitaptaki karakterin beni de huzursuz ettiğinden bahsetmek istiyorum sadece.  Kitabın özellikle sonunda karakter beni o kadar irite etti ki kitabı bitirdiğimde az da olsa içimde öfke oluvermişti karaktere karşı. Kendi kendime kesin bir psikolojik rahatsızlığı var kesin diyordum kitabın sonunda. Bu yüzden sizinle kitabın son kısmını paylaşacağım.
"Şimdi bile, üzerinden bunca yıl geçtiği halde bu hatıraları anmakla epey kötü oluyorum. Gerçi nice kötü hatıran var ama… bu "Notlar"a burada mı son vermeli acaba? Sanırım bunları yazmakla hata ettim zaten. Daha doğrusu, bu hikayeyi yazarken yeterince utandım: Yani bu, edebi bir eserden ziyade günahlarımın kefaretini ödemek oldu. Bir köşeye çekilip ahlak bozukluğumla bütün bir ömrü nasıl heba ettiğimi, kötücül, boş gururum yüzünden yaşayan alemle her türlü bağı keserek nasıl yeraltına çekildiğimi uzun bir öykü gibi anlatmanın hiçbir ilginç yanı yok elbette; hem romanda bir kahraman olmalıdır, halbuki benimkinde bir kahramanın tersi olan ne kadar özellik varsa kasten bir antikahramanda toplanmış. Bütün bu yazdıklarımın tatsız bir etki yaratacağına da eminim, zira hepimiz yaşamla bağını az ya da çok kaybetmiş, kör topal idare eden insanlarız. Hatta yaşamdan öylesine kopuğuz ki, gerçek ‘canlı hayata’ karşı adeta tiksinti duyuyor, bize hatırlatılmasına dahi katlanamıyoruz. Öyle bir hale gelmişiz ki, gerçek ‘canlı hayat’ bize adeta bir iş, bir ödev gibi görünüyor,onu kitaptan öğrenmeyi yeğliyoruz. Peki neden bazen telaşa kapılır, kimi kaprisler,çılgınlıklar yaparız? İstediğimiz nedir? Bunu kendimiz de bilmeyiz. Kaprislerimiz, isteklerimiz yerine gelse bundan ilk biz zararlı çıkarız. Bize daha fazla serbestlik vermeyi,ellerimizi çözmeyi, hareket alanımızı genişletmeyi, üstümüzdeki vesayeti kaldırmayı deneyin bir… sizi temin ederim, o anda tekrar vesayet altına girmeye can atarız. Biliyorum, belki bu sözlerime kızacak, bağırıp tepinmeye başlayacak " Böyle konuşacaksanız yalnız kendinizden, o sefil yeraltınızdan bahsedin; ‘biz, hepimiz’ gibi tabirler kullanmaya kalkışmayın! " diyeceksiniz. Müsaade buyurun baylar, ben bu hepimizlikle kendimi haklı çıkarmak peşinde değilim. Ben kendi hayatımda, sizin cesaret edemeyip yarıda bıraktığınız şeyleri sonuna kadar götürdüm, o kadar; üstelik siz tabansızlığınıza sağduyu diyor, böylece kendi kendinizi aldatarak avunuyorsunuz. Buna göre ben sizden daha ‘canlı’yım. Daha yakından bakın! Biz bugün ‘canlı’nın nerede yaşadığını, neden ibaret olduğunu, adını sanını bile bilmiyoruz. Bizi tek başımıza bırakın, elimizden kitapları alın o saat şaşkına döner, ne yana gideceğimizi, kimden yana çıkacağımızı, kimi sevip, kimden nefret edeceğimizi bilemeyiz. İnsan olmak, yani gerçek, kendi vücuduna sahip, kanlı canlı bir insan olmak dahi bize güç geliyor; bundan utanıyor, ayıp sayıyor, bildik, genel anlamda insan olmaya çabalıyoruz hep. Aslında biz ölü doğmuş yaratıklarız; zaten çoktandır canlı olmayan babalardan dünyaya geliyoruz ve bundan da gittikçe daha çok hoşlanıyoruz. Bundan zevk alıyoruz. Yakında bir kolayını bulup doğrudan doğruya fikir dölleri olarak ortaya geleceğiz. Ama yeter bu kadar daha fazla ‘Yeraltından’ yazmak istemiyorum."

Ancak bu kısım öyle bir kısım ki kızgınlık yerini anlamaya, acımaya bırakıyor belki de hatta sonrasında kendi hayatınıza irdeleyici bir gözle bakmaya kalkışıp kendinize bile acıyabilirsiniz.
Süreya’dan başka kim bilir kimleri huzursuz ettin Dostoyevski?
Dipnot*
Eğer ki bu eser üzerine daha fazla yorum okumak isterseniz:
Eğer ki bu eseri  Zeki Demirkubuz nasıl bakmış nasıl yorumlamış der iseniz:
Dikkat; Engin Günaydın’a hayranlığınız artabilir!



26 Mayıs 2019 Pazar

Tomris Uyar Denince


Şüphesiz ki yaşadıklarımız her gün yeni bir form veriyor benliğimize. Belki böylelikle yaşayacaklarımıza hazırlanıyoruz, bunu bilemiyorum. Yaşantı dediğimiz şeyin bir ürünüyüz.  Ama sırf biri size kalkıp da yaşantınızdan ötürü bir yakıştırma yaparsa bunu çok yüzeysel bulursunuz. Ki burada yakıştırma sözcüğü değil de yakıştırmama gibi bir sözcük olmalıydı, bir insanı ifade etmek için başvurulan birkaç sözcük muhakkak yakışıksız olmalıydı.
Ne yazık ki hepimizin bildiği yakışıksız bir isim söylenmiş Tomris Uyar için; ikinci yeninin gelini. Edebiyat öğretmenleri bile çekinmeden dillendirebiliyorlar bu ismi. İnternette, sözgelimi edebiyat dergilerinde de sıkça rastlıyorsunuz bu isme. Ne zaman gözüme ilişse, kulağım işitse beni rahatsız eden bir  ‘yakıştırmama’

Tomris’in ilişkilerini geçip de fazlasına erişebilirseniz muhakkak kendinizi şanslı bulacaksınız. Zira yazar, bize ustalıklı öyküleriyle, çevirileriyle ve günlükleriyle kucak açacak.
Ben de yakın zamanda  –Gecegezen Kızlar- ve –Dizboyu Papatyalar- ile dahil oldum bu şanslı güruha.  Adı geçen iki eser de öykü türünde. Yazarın öykücülüğüne gelince tek bir tarza bağlanmış demek mümkün değil. Pek çok tarzı denemiş. Bu arayışlarını da:  `Kendimi tekrar etmek istemiyorum. O yüzden gittikçe zorlaşıyor öykü yazmak.’ şeklinde ifade etmiş. Yazmış olduğu 11 öykü kitabında da post modernden, gerçeküstücülüğe, metinler arası göndermelerden, sembolik yaklaşımlara kadar birçok tarz denemiş.  Öykülerini de kurgularken, günlük hayatımızı, göz ardı ettiğimiz yaşantıları konu seçmiş kendisine. Akıcı dili sayesinde  yorulmadan  dahil olabilirsiniz mesela Şermin’in veyahut Ece’nin hayatına.

Örneğin:
Beyaz bedeni boyunca akan utangaç ayva tüylerini, ansızın fışkıran arsız sarmaşıkları, ürktüğü soyunukluğunu, sevdiği çıplaklığını, can attığı yalnızlığıyla tüylerini ürperten yalnızlığı, mavi inişleriyle turuncu çıkışlarını, yalazını ve buzunu, oburluğuyla perhizini,bilgeliğiyle çileciliğini, ormandaki beton kulübeye taşıdığı saray koltuğuyla ince porselenlerini, genel bir zamansızlık içinde sıraya titizlikle koyduğu saatlerini ve işlerini, koltuğunda düşünüşünü ve düşleyişini, hiçbir şey beklemezliğiyle vazgeçemediği bekleyişi, uzatabileceği eliyle göğsünde birleştirdiği parmaklarını, beyninde yeşeren dölle rahminde uyuyan kısırlığını, hepsini görebiliyordu. Görebiliyordu.
diyerek Ece ile buluşturuyor bizi Ormandaki Ayna (Gecegezen Kızlar) adlı öyküsünde.


Bu satırların sonrasında, tam olarak 41 sayfa, Alien isminde bir öyküsü var ki benim en sevdiğim öykü oldu iki kitaptaki tüm öyküler arasında.
Anlaşılacağı üzere gönül terazimde Gecegezen Kızlar, Dizboyu Papatyalara kıyasla daha ağır gelmekte.
Son olarak; okuyarak hatırladığımız değil unutmadığımız* Tomris Uyar’a sevgiyle yazımı sonlandırıyorum.
Minik dipnotumu öyküseverler için düşüyorum; Füruzan-Benim Sinemalarım şiddetle tavsiye edilir!



24 Nisan 2019 Çarşamba


  
BİRAZ DA AYLAKLIK YÜCELTİLSİN





Bu yazımda ele alacağım kitap biricik filozof Bertrand Russell’cığımızın Aylaklığa Övgü’sü. Ben de bu kitabı okurken ismine yaraşır bir performans gösterdim. Sürekli yanımda dolaştırdığım bu ince kitabı okumak ve bu yazıyı yazmak uzun bir süre aldı. Sanırım bir İngiliz beyzadesi olan yazar bu performansı pek de eleştirmezdi. Yazar soylu bir ailede doğup, böyle bir söylemde bulunmam doğru olur mu bilemiyorum ama, soylu bir şekilde 1970’de aramızdan ayrılmış. Benim yazarı soylu olarak nitelendirmemin nedeni statüsünden ötürü değil. Russell’in inatçı ve korkusuz bir biçimde dillendirdiği savaş karşıtı fikirleri. Öyle ki bu fikirlerinden ötürü Cambridge’deki görevine son verilmiş. –yıllar geçse de dünya üzerinde savaş sempatizanları ve şiddet yanlıları baki kalıyor ne yazık ki-  Görevine son vermekle kalmayan öfkeli kalabalıklar 1918’de bir de altı aylık hapis sürecini reva görmüşler kendisine. Bugün 1.Dünya Savaşı’nı gören kimse kalmamış olabilir ama savaşın etkisi ile bu dünya bir vahşi savaşa daha, soykırıma, yıllarca süren soğuk bir döneme, kanayan Ortadoğu yarasına maruz kaldı ve kalmakta. Dile getirilen bu fikirler kesinlikle savaşı şiddeti desteklemekten yararlı olsa gerek. Zaten herkesin, en azından okurumun bu konuda Bertrand Bey ile aynı fikri paylaştığını umuyorum ve biraz da kitaptan bahsetmek istiyorum.
 İsmi gereği kitap bir ilgi uyandırıyor bende. Yıllardır arı gibi çalışmanın bizlere öğütlendiği bir dünyada nasıl ola ki aylaklık da iyi sayılır? Esasen kitabın çok az kısmında bu soru çeşitli örneklerle desteklenmiş. Kitabın çoğunluğu yazarın farklı denemelerini içeriyor. Yazarın ana düşüncesi aslında insanoğlunun gereğinden fazla çalıştığı. Diğer paragraflarda yazar bunu sebepleri ile açıklamış. Ve çok da akla yatkın. Kapitalizmin yarattığı fazla üretim ve fazla tüketim döngüsü bizleri böylesine çalıştıran. Belki de bize öğütlenen iktidar sahiplerinin çıkarları içindir yalnızca. Zaten yazar boş vaktin gerekliliğini de üstüne basa basa vurguluyor. Ancak boş vakti akıllıca değerlendirmenin bir uygarlık ve eğitim sonucu mümkün olduğunu düşünüyor. Günümüzde boş vakit diye adlandırdığımız zamanları nasıl tükettiğimize bakıp eleştiride bulunabiliriz belki bu aşamada. Ama benim kitapta üzerine düşündüğüm kısım farklı oldu.
^Gençlerin Kinizmi Üzerine^
Bu kavram benim ilk defa karşıma çıkıyordu ben de bunun üzerine internette küçük bir araştırma yaptım. Kinizm en basit anlamıyla kuşkuculuk olarak ifade ediliyor. Tarihteki en ünlü kinik olarak da Diyojen’den bahsediyor kaynaklar. Ancak kuşkuculuk deyip geçmek yetersiz bana kalırsa. Kinik diye bahsedeceğimiz kimseler zamanın uygarlık değerlerine karşı aldırmaz tavırlarda ve eleştirel yaklaşımlarda bulunuyormuş. Toplumsallığın yozlaştırıcı olduğu ve sadeliğin yüceltildiği bir anlayış varmış. Benim bu taramalar sonucu aklımda zaman zaman  eleştirilen ve Türk gençliği arasında da barınan çeşitli gruplar belirdi. Ve kendime şöyle bir soru yönelttim: Kinizm ve Apolitik tavırlar arasında  bir bağlantı var mıdır? Apolitik diye nitelendirilenler acaba toplumsallığın yozlaşmış kaygılarından bıkmış insanlar olabilir mi?
Bu zor soruyu sizlere yöneltip, bu kitapla ilgili yazımı da tamamlamaya niyetleniyorum.
Dipnot: Keşke herkes birbirine kitap hediye etse. Teşekkürler dostum.

28 Mart 2019 Perşembe

Kendine Ait Bir Oda üzerine

Öncelikle herkese selam ederek başlamak istiyorum. İlk yazımı Virginia Woolf’un feminist literatürü güçlü kılan eseri olan Kendine Ait Bir Oda isimli denemesi üzerine yazıyorum. 1941 yılında aramızdan ayrılmayı seçen yazar pek çok eseri ile çağının ötesindeyken, bu denemede bir kadının kurmaca yazabilmek için ne gibi gereksinimleri olduğu sorusuna cevap arıyor. Ve cevabı da oldukça net: kendine ait bir oda ve para sahibi olması. Kitabın geri kalanında Virginia’nın gerekçelerini okuyoruz. Öyle ki eser yazıldığı dönemde, kadınlar pek çok konuda kısıtlanmış. Kadınların eğitim hakkı olmadığı gibi kütüphaneye erişimleri bile engellenmiş ya da denetleniyor. Böyle bir durumdayken soruşturmasını yürüten yazar öncelikle tarih boyunca kadınlığa dair yazılanların çoğunun erkek yazarlara ait olduğunu gözlemliyor. Örneğin bir yanda çoğu kadın kişiliksizdir diyen Pope, öte yanda kadınları daha üstün olduğu görüşünde olan Dr. Johnson… Kadın cinsiyetine dair erkeklerin fikirlerini fütursuzca öne sürdüğü çağlar boyunca kadınlar ise kendilerine dair en ufak bir ürün ortaya koymamışlar peki neden
?  Bu sorunun cevabı zaten kitabın dayanak noktası. Yazara göre, 16.yy’da büyük bir yetenekle doğan her kadın mutlaka delirirdi. Sebebi geçmiş tarihe bakıldığında tahmin edilebilir; kadının eğitimden mahrum kalması yahut kendi kendine yazma uğraşına girişen kadının engellenmesi. O dönemlerde kadın ya eğitimle hiç tanışamıyordu ya da bu uğraşı küçümseniyordu, ahlaksızlık olarak görülüyordu. Ola ki kadın yazmak için kaleme dokunduğunda onu bölecek unsurlar oldukça fazlaydı. Kadın ilk olarak evdeki sorumlulukları ile ilgilenmeliydi bu sorumluluklar ise tüm vaktini alıyordu. Boş vakti olduğunu varsaysak bile kadının çalışması için özel bir alanı yoktu. Bu çalışırken baskı hissetmesine veya kopukluklar yaşamasına neden oluyordu. Bir de bu aşamaya kadar değinmediğimiz maddi boyut o kadar anlaşılır bir endişe ki. Kadının kendine ait gelir veya mülkü olmadığı o dönemlerden bu dönemlere kadın cinsiyeti için zor kılınan çalışma yaşamı, daha çok çakıllarla dolu olan maddi özgürlük yolu yazabilmek için de gereklilik oluyor elbette. Ve tam şu anda sahip olduğum maddi özgürlüğüm ve kişisel alanım sayesinde birkaç cümle sıralayabiliyorum ardı sıra üstelik kurmaca bile değil. Şükrediyorum.
Son olarak blog sayfama ismini veren Shakespeare’in kız kardeşi seni inanılmaz seviyorum. ( Kitaptaki bu kısma bilinçli olarak yer vermedim ancak bu örneği çok sevdiğimi belirtmeden de geçmek istemedim.) Artık ailemizdeki erkek bireylerin değil kendi kimliklerimizin vurgulandığı ümit dolu bir geleceği arzuluyoruz. Zamanında var olamamış tüm kadınların güçlü anısına…
Kapanışı Virginia’nın eserinden alıntılıyorum:
”Sizlerden sorumluluklarınızı hatırlamanızı, yükselmenizi, daha akıllı olmanızı rica ediyorum; ne kadar çok şeyin size bağlı olduğunu, gelecek üzerinde ne kadar etkiniz olabileceğini size hatırlatmalıyım. Ancak bu öğütleri, sanırım salimen karşı cinse bırakabiliriz, onlar bunları benden çok daha güzel sözlerle ifade edebilirler ve etmişlerdir de. Zihnimin içini dikkatle araştırdığımda arkadaş olmak, eşit olmak, insanları daha yüce amaçlara yöneltmek gibi soylu duygulara rastlamıyorum. Kısaca ve basit sözcüklerle, insanın kendisi olması her şeyden önemlidir derken buluyorum kendimi. Başkalarını etkilemeyi hayal etmeyin, derdim, sizleri coşturacak biçimde söylemesini bilseydim. Her şeyi kendi içinde düşünün.”