17 Mayıs 2020 Pazar

Hakikaten Bir Ömür Nasıl Yaşanır?


Türkiye’de bilim çok popüler bir alan olmasa da bilimle ilgilenen birkaç simayı 7’den 70’e hepimiz tanıyoruz. İlber Ortaylı da kuşkusuz en popüler bilim insanı bugünlerde. Tarih kitaplarından ziyade tv programlarındaki yavaş ve dikte edici konuşma tarzıyla hepimizin bildiği, kimimizin sevdiği kimimizin ise yerdiği bir kişi Ortaylı. Gerek sevgi gerek yerginin sonucu da Ortaylı’nın kitapçılarda çok satan reyonuna sürekli ürün veren, bu reyonda sağlam bir yer edinen bir tarihçiye evrilmesine sebep oldu. Son kitapları fazla detaya girmeyen, merakımızı üstün körü gideren eserler olarak düşünülebilir. Türk insanının kolay yoldan bilgi edinme arzusuna hitap eden, hepimizin hayalini süsleyen bilgeliğe erişmekte pusula edinebileceğimize inandığımız bir ürünü sürüverdi piyasaya son olarak Sayın Ortaylı.
Bir Ömür Nasıl Yaşanır? Hayatta Doğru Seçimler İçin Öneriler adıyla kronik kitaptan yayınlanan kitaba ben de eriştim ve okumaya başladım. Kitap zaten bir söyleşi olarak yazıldığı ve yayınlandığı için belli sorulara kısa cevapları barındıran bir ürün. Bu yüzden kitabın sonunda, beklentinin aksine geri kalan ömrünüzü kaliteli yaşamak için çok da önemli bilgiler edinmiyorsunuz. Pek çok yerginin sebebi de olan İlber Ortaylı’nın sürekli akıl veren üslubu, kitabı okudukça kendinizi şanssız, geç kalmış hissetmenize neden olabilir. Doğan her çocuğun farklı şartlara gözünü açtığı bu dünyada herkese ortak bir öneri sunabilmek mümkün değil zaten. İlber Ortaylı da bu bakıma gerek doğduğu dönem gerek doğduğu aile bakımından şanslı sayılabilecek bir kimse olduğu için, kendini o şartlarda görmeyen kimselerce eleştirilebilir.
Eleştirilerin çokluğunu yine popülerlik ile ilişkilendirmek pek yanlış olmamakla birlikte genel olarak eleştirilerin ‘baby boomer’ kuşağına yönelik olduğunu belirtmekte fayda var. Hatta son zamanlarda internette mizah kalıbı olarak da kullanılan ‘ok boomer’ lafından da yola çıkarak, önce bu kuşağa sonra da genç neslin bu kuşağa olan öfkesine değinelim.
 Sessiz kuşağın ardılı olan bebek patlaması kuşağı ya da sıklıkla dillendirdiğimiz İngilizce karşılığı ile baby boomer kuşağı ikinci dünya savaşının ardından dünyaya gelmiş kimseleri kapsar. Bu kuşağın bu şekilde adlandırılmasının sebebi belli ki fazlaca olan birey sayısıdır. Büyürken ardı sıra soğuk savaş, uzay hayalleri, petrol krizi ve Vietnam savaşı gündemleri ile boğulan bu çocuklar, yine de refah içinde yetişmişler ve çalışmanın önemini vurgulayıp, mesleklerini hayatlarının merkezine koymuşlardır.
Genç nesil bu kuşağı çok avantajlı bulmakla birlikte bu kuşağın öğütlerini günümüz dünyasında adil bulmadıkları için öfkeli bir tutum sergilemekteler. Genç neslin de vurguladığı üzere günümüzde işsizlik ve gelir adaletsizliği o zamanlara göre elbette daha belirgin.
İkinci dünya savaşının ardından yeni dünya düzeninde var olan tüm imkanlara doğan bu çocuklar bu imkanlardan yararlanarak, iyi eğitim ve iyi iş olanaklarına rahatça eriştiler. Rekabet ortamı pek de kızışmamış olduğu için emeklerinin karşılığını almakta daha şanslı olarak görüldüler.
Günümüzde ise pastanın geride bırakılmış küçük bir dilimine erişmek için didinen gençler bu konuda çalışmanın fazla yüceltildiğini, esas olanın pastayı elinde tutan insanların dengesini bozmak olduğunu biliyor bu yüzden de günümüzün yaşlı bireylerini oluşturan baby boomer kuşağına verdiği tüm öğütler karşısında kısa ve net bir şekilde ok boomer demekle yetiniyor. Çarklının dişleri arasında varlığı üzerine anlamlı bir arayışa giriyor.
Bu nedenden olacak ki İlber Ortaylı gibi şanslı şartlarda ve şanslı bir zaman diliminde doğmuş kimseleri eleştirip içlerini rahatlatmaya çalışıyor. Peki tüm bu eleştiriler, tüm bu koşullar sonucunda elde kalan ne
Ben bunu bilmiyorum. Yalnızca eleştirme becerisinde sivrilmiş olan x kuşağı ve devamından gelen y kuşağı hakkında (dolayısıyla kendim hakkında da) endişeleniyorum. Eleştirdiğimiz şeye karşıt bir emek sunmadıkça ne yazık ki ya silinik hale gelecek ya da eleştirdiğimiz şeye benzeyeceğiz.

8 Mart 2020 Pazar

EcceHomo


Hâlihazırda bugün günlerden 8 Mart ve ben kaybolmaya çok müsaitken maksimum verim alabileceğim yolu seçip üzerime çöreklenen tembellik ile savaş başlatıyorum. Ve derler ya hep, bir kalem ile insan en güçlü savaşını verebilir diye bilgisayarımı açıp yazmaya niyetleniyorum. Burada söz konusu olan kalem çağlara uygun olarak klavye ile yer değiştirse de hizmet ettiği şey aynı. Kalem de klavye de fikre hizmet ediyor günümüzde.
Fikir demişken öyleyse ilk olarak gerek yaşadığı yüzyılda gerek de günümüzde hepimizde çok derin etkiler bırakan fikir insanı, Nietzsche’yi ele almak istiyorum. Daha önce, en bilindik eseri olan, Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü okuma çabam olmuştu ama bu yazıda ele alacağım kitabı ise Ecce Homo. Bu kitabı çok sevdiğim dostum ile gerçekleştirdiğimiz, rutinimiz olan edebiyat sohbetlerimiz sayesinde duydum. Ve benimle paylaştığı kısımlar ben de çok ilgi uyandırdı. Kitap fuarına gidip almıştım geçen yıl hatta ancak uzun süredir okumaya cesaret edemiyordum. Çünkü hem zor bir insan Nietzsche hem de bu kitapta resmen kendini ve kitaplarını değerlendiriyor. Nitekim kendimi hazır hissettiğimde okumaya başladığım bu kitap altı üstü 120 sayfa olsa da algılaması ve sindirmesi zor oldu. 
Peki, sizce neden kendisi bu kadar popüler bu filozofun? Haksızlık mı ediyoruz diğerlerini bu kadar popüler etmeyerek? Ben bu soruyu kendime yanılttığımda korkarak cevabı Nietzsche’nin şahsında buluyorum. Fazla keskin ve fazla egoist biri. Bu kitapta da yine keskin fikirlerine güzellemeler yaparak, narsist kişiliğini katmerlendirerek harcamış vaktini sanki.
Kitabı ise iş bankası kültür yayınları tarafından yayınlanmış ve 15 bölümden oluşmakta. Önsözün ardından “Neden böyle bilgeyim ben? , Neden böyle akıllıyım ben? , Neden böyle iyi kitaplar yazıyorum?“  sorularına verdiği cevaplar karşılıyor bizi. Hemen ardından da şu ana kadar yazdığı kitapların içeriğine, amaçlarına ve muhteşemliğine değiniyor. Belki de mantıklı olan Sayın Nietzsche’nin önce diğer kitaplarını okumak, ardından kitapları hakkında o düşünüyor onu öğrenmek için bu kitabı okumaktır.  Kendi deyimiyle görevinin büyüklüğü ile çağdaşlarının küçüklüğü arasındaki orantısızlık belki böylelikle küçülebilir.



21 Şubat 2020 Cuma

bir spekülatif kurgu


İlk zamanlarda hevesle giriştiğim blog yazma işi bir külfet olarak gelmeye başladı ama yine de kendime verdiğim bu sözü tutma arzusundayım. Kendime kendimi kanıtlamam gerek, bir kere de olsa bir işi sonuna kadar, imkan dahilindeyken üstelik, sürdürmem gerek.
Yazmadığım süreçte okuyup buraya aktarmak istediğim 3 kitap var. Bu kitaplardan ilki popülerliği günden güne artan beni de bu popülerlik esintisine dahil eden Damızlık Kızın Öyküsü. Bilen bilir dizi izlemeyi sevmem ve sürdüremem. Ancak bu kitabın uyarlaması olan diziye büyük bir ilgi duyuyordum ve öncesinde kitabı okumak daha makul geldi. Bana armağan edilen kitabı da tüm bu unsurların tetikleyici gücü sayesinde okumaya giriştim. Amma velakin umduğumu buldum mu pek emin değilim. Sonunda ise yüceltilenlerin ve realitenin farkı büyüdükçe ortaya çıkan hayal kırıklığı beni kucakladı. Bu tamamen benimle alakalı iken kitapla ilgili bahsedebileceklerim ise şunlar:
Kitap spekülatif kurgu olarak adlandırılıyor bu muhtemel gelecekleri kuramlaştıran tür anlamına geliyormuş. Distopyalar da ütopyalar da sırtını bir gelecek tasvirine yaslıyor bildiğiniz üzere ve distopyalar apolitik bir çizgi seyredemiyorlar bu manada. Çünkü yaşadığımız toplumların bizde yarattığı korku ve korkunun zihnimizde var ettiği durumların sonucu, daha da kötüsüne ihtimal vermemize ve bunu da yazıya dökmemize sebep olabilir. Ve bu yazılar toplumlar için yalnızca korku senaryosu olmayıp aynı zamanda uyarı niteliğindedir. Yazının yayımlandığı 1985 yılına bakarsak, o dönemde muhafazakârların ve feministlerin adeta bir cenk meydanında dövüştüğü görülüyor. Bu dövüş sonucunda yazarımız belki uyarmak istemiştir romanıyla bizleri.
Bu romanda da korkulan olmuş, bir darbe sonrası teokratik, aşırı dinci Hristiyan Gilead rejimi kurulmuştur. Gilead’ı kuran bir grup erkek ise tüm gücü ellerinde bulunduruyor. Tüm insanları kısıtlamakla birlikte kadınlar için adeta bir çile dönemini başlatıyorlar. Kadınlar tamamıyla erkeklerin hizmetindeler. Erkekler onları özelliklerine göre sınıflandırıyor buna uygun işlere koşuyorlar. Bunun haricinde kadınların farklı bir meşgale bulması yasak. Sağlıklı kadınlar ise rejime damızlık kız olarak hizmet ediyorlar. Damızlık kızların görevi bu rejime yeni evlatlar vermek. Yeni evlatlara sahip olmanın bedeli ise devlet eliyle gerçekleşen tecavüzler. Ve işin ilginç yanı Atwood bu kitabı yazarken insanlık tarihinde yaşanmamış, tamamıyla kurgu olan bir eyleme yer vermemiş. Eserini Harvard’a çalıştığı topluluk olan Püritenler’e dayandırıyormuş. Muhtemelen Atwood’un soyu da bu toplulukta yaşamış ve idam cezasına çarptırılmış olan Mary Webster’e dayanıyor.

Kitapta da bize bu benzer toplumu kitabın ana karakteri olan Offred’in gözünden sunuyor.
Ofreed’in darbe öncesinde standart bir hayatı, çocuğu ve kocası vardır. Aşırı dinci rejim gücü eline aldıktan sonra Offred ve ailesi kaçmaya çalışmışsa da yakalanarak birbirlerinden koparılırlar. Offred hayatta tek gayesi üremek olan iki bacaklı rahime dönüşüverir. Kitleler halinde yürütülen beyin yıkama çabalarından mütevellit devletin bir dili ve davranışı oluşuverir. Devlet ise amacına süreç içerisinde gittikçe yaklaşıyor, insanlar karşı koymayı akıllarından yavaşça çıkarıyor ve eski hayatlarının sadece hayal, rüya olarak anımsıyorlardır.
 Gücün giderek korkutucu bir hal alıyor oluşuna tanıklığımız da distopya türünü ve Atwood’un da kitabını kayda değer kılıyor. Ama son zamanların en popüler distopyası olmayı hak ediyor mu bilemiyorum.

26 Ocak 2020 Pazar

DENEME,YANILMA

nasıl aynı kişiye dönüştünüz ellerimde, bilmiyorum.
siz azla yetinen
sevginin azıyla
paranın azıyla
böyle geçinen 
böylece geçip giden
kimselersiniz 
ve bu yüzden
çok sizi zehirler
ve zehirlenenler ise
aynı reaksiyonu 
gösterirler
sonunda ise 
aynı kişi olursunuz
soruma cevaben

DENEME I

kendime hazırlıyorum
birkaç ustalıklı yalan
yeni bir aşkın
hazırlığıdır bu
kandırmak bile beni
benim işim olmalı
tenime dokunabilmeli ancak
cesetleri okşayan
elleriniz
ki dönüştürmek için
beni de
çürüyen bir cesede
sanki hepinizi
tanıyorum
ağızlarınızda leş
kokuları
yayılıyor metrelerce
siz süslü sözler
ederken
fark etmiyorsunuz
fark edemiyorsunuz
pek çok şey gibi
sizin lanetiniz
bu duyarsızlık
sizi çoktan esir almış
bir film kurgusu sanki
birbirine benzeyen hayatlarınız
çok memnunsunuz
kül tablasında
yiten hayatlarınızdan
içkiler götürüyorsunuz
utanmaz ağızlarınıza
ağzınız ki
hiç umursamıyor
ettiği lafları
sözleriniz de mi yük olmaz
dar omuzlarınıza
halbuki dar omuzlarınız
böyle yükleri
taşımakta zorlanmalılar
siz iyi beceriyorsunuz
gibi olmayı
bir kusurunuzdan sizi
haberdar etmeliyim
çok kısa sürede
yitiriyorsunuz
o aldatıcı tavrı