17 Mayıs 2020 Pazar

Hakikaten Bir Ömür Nasıl Yaşanır?


Türkiye’de bilim çok popüler bir alan olmasa da bilimle ilgilenen birkaç simayı 7’den 70’e hepimiz tanıyoruz. İlber Ortaylı da kuşkusuz en popüler bilim insanı bugünlerde. Tarih kitaplarından ziyade tv programlarındaki yavaş ve dikte edici konuşma tarzıyla hepimizin bildiği, kimimizin sevdiği kimimizin ise yerdiği bir kişi Ortaylı. Gerek sevgi gerek yerginin sonucu da Ortaylı’nın kitapçılarda çok satan reyonuna sürekli ürün veren, bu reyonda sağlam bir yer edinen bir tarihçiye evrilmesine sebep oldu. Son kitapları fazla detaya girmeyen, merakımızı üstün körü gideren eserler olarak düşünülebilir. Türk insanının kolay yoldan bilgi edinme arzusuna hitap eden, hepimizin hayalini süsleyen bilgeliğe erişmekte pusula edinebileceğimize inandığımız bir ürünü sürüverdi piyasaya son olarak Sayın Ortaylı.
Bir Ömür Nasıl Yaşanır? Hayatta Doğru Seçimler İçin Öneriler adıyla kronik kitaptan yayınlanan kitaba ben de eriştim ve okumaya başladım. Kitap zaten bir söyleşi olarak yazıldığı ve yayınlandığı için belli sorulara kısa cevapları barındıran bir ürün. Bu yüzden kitabın sonunda, beklentinin aksine geri kalan ömrünüzü kaliteli yaşamak için çok da önemli bilgiler edinmiyorsunuz. Pek çok yerginin sebebi de olan İlber Ortaylı’nın sürekli akıl veren üslubu, kitabı okudukça kendinizi şanssız, geç kalmış hissetmenize neden olabilir. Doğan her çocuğun farklı şartlara gözünü açtığı bu dünyada herkese ortak bir öneri sunabilmek mümkün değil zaten. İlber Ortaylı da bu bakıma gerek doğduğu dönem gerek doğduğu aile bakımından şanslı sayılabilecek bir kimse olduğu için, kendini o şartlarda görmeyen kimselerce eleştirilebilir.
Eleştirilerin çokluğunu yine popülerlik ile ilişkilendirmek pek yanlış olmamakla birlikte genel olarak eleştirilerin ‘baby boomer’ kuşağına yönelik olduğunu belirtmekte fayda var. Hatta son zamanlarda internette mizah kalıbı olarak da kullanılan ‘ok boomer’ lafından da yola çıkarak, önce bu kuşağa sonra da genç neslin bu kuşağa olan öfkesine değinelim.
 Sessiz kuşağın ardılı olan bebek patlaması kuşağı ya da sıklıkla dillendirdiğimiz İngilizce karşılığı ile baby boomer kuşağı ikinci dünya savaşının ardından dünyaya gelmiş kimseleri kapsar. Bu kuşağın bu şekilde adlandırılmasının sebebi belli ki fazlaca olan birey sayısıdır. Büyürken ardı sıra soğuk savaş, uzay hayalleri, petrol krizi ve Vietnam savaşı gündemleri ile boğulan bu çocuklar, yine de refah içinde yetişmişler ve çalışmanın önemini vurgulayıp, mesleklerini hayatlarının merkezine koymuşlardır.
Genç nesil bu kuşağı çok avantajlı bulmakla birlikte bu kuşağın öğütlerini günümüz dünyasında adil bulmadıkları için öfkeli bir tutum sergilemekteler. Genç neslin de vurguladığı üzere günümüzde işsizlik ve gelir adaletsizliği o zamanlara göre elbette daha belirgin.
İkinci dünya savaşının ardından yeni dünya düzeninde var olan tüm imkanlara doğan bu çocuklar bu imkanlardan yararlanarak, iyi eğitim ve iyi iş olanaklarına rahatça eriştiler. Rekabet ortamı pek de kızışmamış olduğu için emeklerinin karşılığını almakta daha şanslı olarak görüldüler.
Günümüzde ise pastanın geride bırakılmış küçük bir dilimine erişmek için didinen gençler bu konuda çalışmanın fazla yüceltildiğini, esas olanın pastayı elinde tutan insanların dengesini bozmak olduğunu biliyor bu yüzden de günümüzün yaşlı bireylerini oluşturan baby boomer kuşağına verdiği tüm öğütler karşısında kısa ve net bir şekilde ok boomer demekle yetiniyor. Çarklının dişleri arasında varlığı üzerine anlamlı bir arayışa giriyor.
Bu nedenden olacak ki İlber Ortaylı gibi şanslı şartlarda ve şanslı bir zaman diliminde doğmuş kimseleri eleştirip içlerini rahatlatmaya çalışıyor. Peki tüm bu eleştiriler, tüm bu koşullar sonucunda elde kalan ne
Ben bunu bilmiyorum. Yalnızca eleştirme becerisinde sivrilmiş olan x kuşağı ve devamından gelen y kuşağı hakkında (dolayısıyla kendim hakkında da) endişeleniyorum. Eleştirdiğimiz şeye karşıt bir emek sunmadıkça ne yazık ki ya silinik hale gelecek ya da eleştirdiğimiz şeye benzeyeceğiz.

8 Mart 2020 Pazar

EcceHomo


Hâlihazırda bugün günlerden 8 Mart ve ben kaybolmaya çok müsaitken maksimum verim alabileceğim yolu seçip üzerime çöreklenen tembellik ile savaş başlatıyorum. Ve derler ya hep, bir kalem ile insan en güçlü savaşını verebilir diye bilgisayarımı açıp yazmaya niyetleniyorum. Burada söz konusu olan kalem çağlara uygun olarak klavye ile yer değiştirse de hizmet ettiği şey aynı. Kalem de klavye de fikre hizmet ediyor günümüzde.
Fikir demişken öyleyse ilk olarak gerek yaşadığı yüzyılda gerek de günümüzde hepimizde çok derin etkiler bırakan fikir insanı, Nietzsche’yi ele almak istiyorum. Daha önce, en bilindik eseri olan, Böyle Buyurdu Zerdüşt’ü okuma çabam olmuştu ama bu yazıda ele alacağım kitabı ise Ecce Homo. Bu kitabı çok sevdiğim dostum ile gerçekleştirdiğimiz, rutinimiz olan edebiyat sohbetlerimiz sayesinde duydum. Ve benimle paylaştığı kısımlar ben de çok ilgi uyandırdı. Kitap fuarına gidip almıştım geçen yıl hatta ancak uzun süredir okumaya cesaret edemiyordum. Çünkü hem zor bir insan Nietzsche hem de bu kitapta resmen kendini ve kitaplarını değerlendiriyor. Nitekim kendimi hazır hissettiğimde okumaya başladığım bu kitap altı üstü 120 sayfa olsa da algılaması ve sindirmesi zor oldu. 
Peki, sizce neden kendisi bu kadar popüler bu filozofun? Haksızlık mı ediyoruz diğerlerini bu kadar popüler etmeyerek? Ben bu soruyu kendime yanılttığımda korkarak cevabı Nietzsche’nin şahsında buluyorum. Fazla keskin ve fazla egoist biri. Bu kitapta da yine keskin fikirlerine güzellemeler yaparak, narsist kişiliğini katmerlendirerek harcamış vaktini sanki.
Kitabı ise iş bankası kültür yayınları tarafından yayınlanmış ve 15 bölümden oluşmakta. Önsözün ardından “Neden böyle bilgeyim ben? , Neden böyle akıllıyım ben? , Neden böyle iyi kitaplar yazıyorum?“  sorularına verdiği cevaplar karşılıyor bizi. Hemen ardından da şu ana kadar yazdığı kitapların içeriğine, amaçlarına ve muhteşemliğine değiniyor. Belki de mantıklı olan Sayın Nietzsche’nin önce diğer kitaplarını okumak, ardından kitapları hakkında o düşünüyor onu öğrenmek için bu kitabı okumaktır.  Kendi deyimiyle görevinin büyüklüğü ile çağdaşlarının küçüklüğü arasındaki orantısızlık belki böylelikle küçülebilir.



21 Şubat 2020 Cuma

bir spekülatif kurgu


İlk zamanlarda hevesle giriştiğim blog yazma işi bir külfet olarak gelmeye başladı ama yine de kendime verdiğim bu sözü tutma arzusundayım. Kendime kendimi kanıtlamam gerek, bir kere de olsa bir işi sonuna kadar, imkan dahilindeyken üstelik, sürdürmem gerek.
Yazmadığım süreçte okuyup buraya aktarmak istediğim 3 kitap var. Bu kitaplardan ilki popülerliği günden güne artan beni de bu popülerlik esintisine dahil eden Damızlık Kızın Öyküsü. Bilen bilir dizi izlemeyi sevmem ve sürdüremem. Ancak bu kitabın uyarlaması olan diziye büyük bir ilgi duyuyordum ve öncesinde kitabı okumak daha makul geldi. Bana armağan edilen kitabı da tüm bu unsurların tetikleyici gücü sayesinde okumaya giriştim. Amma velakin umduğumu buldum mu pek emin değilim. Sonunda ise yüceltilenlerin ve realitenin farkı büyüdükçe ortaya çıkan hayal kırıklığı beni kucakladı. Bu tamamen benimle alakalı iken kitapla ilgili bahsedebileceklerim ise şunlar:
Kitap spekülatif kurgu olarak adlandırılıyor bu muhtemel gelecekleri kuramlaştıran tür anlamına geliyormuş. Distopyalar da ütopyalar da sırtını bir gelecek tasvirine yaslıyor bildiğiniz üzere ve distopyalar apolitik bir çizgi seyredemiyorlar bu manada. Çünkü yaşadığımız toplumların bizde yarattığı korku ve korkunun zihnimizde var ettiği durumların sonucu, daha da kötüsüne ihtimal vermemize ve bunu da yazıya dökmemize sebep olabilir. Ve bu yazılar toplumlar için yalnızca korku senaryosu olmayıp aynı zamanda uyarı niteliğindedir. Yazının yayımlandığı 1985 yılına bakarsak, o dönemde muhafazakârların ve feministlerin adeta bir cenk meydanında dövüştüğü görülüyor. Bu dövüş sonucunda yazarımız belki uyarmak istemiştir romanıyla bizleri.
Bu romanda da korkulan olmuş, bir darbe sonrası teokratik, aşırı dinci Hristiyan Gilead rejimi kurulmuştur. Gilead’ı kuran bir grup erkek ise tüm gücü ellerinde bulunduruyor. Tüm insanları kısıtlamakla birlikte kadınlar için adeta bir çile dönemini başlatıyorlar. Kadınlar tamamıyla erkeklerin hizmetindeler. Erkekler onları özelliklerine göre sınıflandırıyor buna uygun işlere koşuyorlar. Bunun haricinde kadınların farklı bir meşgale bulması yasak. Sağlıklı kadınlar ise rejime damızlık kız olarak hizmet ediyorlar. Damızlık kızların görevi bu rejime yeni evlatlar vermek. Yeni evlatlara sahip olmanın bedeli ise devlet eliyle gerçekleşen tecavüzler. Ve işin ilginç yanı Atwood bu kitabı yazarken insanlık tarihinde yaşanmamış, tamamıyla kurgu olan bir eyleme yer vermemiş. Eserini Harvard’a çalıştığı topluluk olan Püritenler’e dayandırıyormuş. Muhtemelen Atwood’un soyu da bu toplulukta yaşamış ve idam cezasına çarptırılmış olan Mary Webster’e dayanıyor.

Kitapta da bize bu benzer toplumu kitabın ana karakteri olan Offred’in gözünden sunuyor.
Ofreed’in darbe öncesinde standart bir hayatı, çocuğu ve kocası vardır. Aşırı dinci rejim gücü eline aldıktan sonra Offred ve ailesi kaçmaya çalışmışsa da yakalanarak birbirlerinden koparılırlar. Offred hayatta tek gayesi üremek olan iki bacaklı rahime dönüşüverir. Kitleler halinde yürütülen beyin yıkama çabalarından mütevellit devletin bir dili ve davranışı oluşuverir. Devlet ise amacına süreç içerisinde gittikçe yaklaşıyor, insanlar karşı koymayı akıllarından yavaşça çıkarıyor ve eski hayatlarının sadece hayal, rüya olarak anımsıyorlardır.
 Gücün giderek korkutucu bir hal alıyor oluşuna tanıklığımız da distopya türünü ve Atwood’un da kitabını kayda değer kılıyor. Ama son zamanların en popüler distopyası olmayı hak ediyor mu bilemiyorum.

26 Ocak 2020 Pazar

DENEME,YANILMA

nasıl aynı kişiye dönüştünüz ellerimde, bilmiyorum.
siz azla yetinen
sevginin azıyla
paranın azıyla
böyle geçinen 
böylece geçip giden
kimselersiniz 
ve bu yüzden
çok sizi zehirler
ve zehirlenenler ise
aynı reaksiyonu 
gösterirler
sonunda ise 
aynı kişi olursunuz
soruma cevaben

DENEME I

kendime hazırlıyorum
birkaç ustalıklı yalan
yeni bir aşkın
hazırlığıdır bu
kandırmak bile beni
benim işim olmalı
tenime dokunabilmeli ancak
cesetleri okşayan
elleriniz
ki dönüştürmek için
beni de
çürüyen bir cesede
sanki hepinizi
tanıyorum
ağızlarınızda leş
kokuları
yayılıyor metrelerce
siz süslü sözler
ederken
fark etmiyorsunuz
fark edemiyorsunuz
pek çok şey gibi
sizin lanetiniz
bu duyarsızlık
sizi çoktan esir almış
bir film kurgusu sanki
birbirine benzeyen hayatlarınız
çok memnunsunuz
kül tablasında
yiten hayatlarınızdan
içkiler götürüyorsunuz
utanmaz ağızlarınıza
ağzınız ki
hiç umursamıyor
ettiği lafları
sözleriniz de mi yük olmaz
dar omuzlarınıza
halbuki dar omuzlarınız
böyle yükleri
taşımakta zorlanmalılar
siz iyi beceriyorsunuz
gibi olmayı
bir kusurunuzdan sizi
haberdar etmeliyim
çok kısa sürede
yitiriyorsunuz
o aldatıcı tavrı

5 Aralık 2019 Perşembe

ARDI SIRA


Ne hissetsem bilemediğim çalışma tempomun bir sonucu da blog'tan uzak kalmam oldu. Kesinlikle bir bahane olmamakla birlikte artık daha az okuyorum ve daha az yazıyorum. İş yerimde geçen 8-9 saatin ardından eve gelince bir şeyler atıştırıp, çay içmekte buluyorum teselliyi ve yarın da erken kalkacağım diye hayıflanıyorum. Çalışan bireylerin ortak yazgısı bu mu ? Bu ise eyt'ye tez vakitte çözüm gelmesini kuvvetle savunmaya niyetleniyorum.Her neyse her daim serzenişten vazgeçip gelelim esas amacıma

Ardı sıra okumuş olduğum üç kitap var bu ara, müsaadenizle değinmek isterim.

 İlk okumuş olduğum kitabı, twitterda takip ettiğim birkaç hesapta görmüş olup daha sonra kitapçının indirim reyonunda gördüğümde de var olan aşinalık sebebiyle alıp okumaya karar vermiştim. Kitabın ismi, Neden Feminist Değilim ? Jessa Crispin adında bir Amerikalı kadının kaleme almış olduğu bu kitap klasik bir blog yazısını örneklendirmekte. Oldukça basit ve anlaşılır bir dille yazılmış olan bu kitapta temel olarak irdelenen feminist kavramı. Kime feminist derken kime denilmez nasıl sınırlandırılır nasıl etiketlendirilir vs. Hızlıca okunabilecek, bize minnak bir özet sunan bu manifesto genç çevirmen Ebru Kürkçü tarafından Türkçe'ye kazandırıldı.

 Daha sonra okumuş olduğum kitap, 50lik banknotlardan tanıdığımız, ilk kadın roman yazarımız Fatma Aliye'ye ait. Fatma Aliye, Refet'i kaleme alarak çağlar boyu sürecek olan kadının edebiyatta var olma mücadelesine öncülük ediyor. Okur yazar oranının çok az olduğu o yıllarda, edebiyat da zengin uğraşı. Fatma Aliye de saygın bir ailenin kızı olmasından ötürü iyi bir eğitimin ardından peşi sıra okuduklarına öykünerek yazma uğraşına giriyor. Refet de bu var olma mücadelesine istinaden yoksul bir kızın okuma aşkını ve öğretmen olma serüvenini anlatıyor. Dönemindeki tüm eserler gibi tesadüfler silsilesiyle ilerleyen öyküyü okumak oldukça dinlendirici, kolayca okunuveriyor. Bir çırpıda bitebilecek bu eserde elbette ki günümüz Türkçesine uyarlayan Senem Timuroğlu'nun katkısı da büyük. Senem Timuroğlu'nun çalışma alanına paralellik gösteren bu uyarlama işi, Refet, aynı zamanda hemen hemen hepimizin de bildiği ve sevdiği Çalıkuşu romanındaki Feride karakterine de yön verdiği söylenebilir.

 Ve son olarak, biricik Tezer Özlü'nün kendi adıma en keyifsiz eseri, Yeryüzüne Dayanabilmek İçin. 
Tezer Özlü'nün ölümünün ardından dergilere ve gazetelere yazmış olduğu güncel yazıların derlenmesi ile oluşturulmuş, dostları tarafından yayınlanmış bu kitap, 80'li yılların kültür sanat işlerini içeriyor. 80'li yıllardan bu yana geçen uzun zaman ve benim o yıllara uzaklığım dolayısıyla kitapta geçen pek çok ismi bana yabancı kılıyor. Kitaptaki ödül törenlerine baktığımda ödüllü eserler aksine günümüzde kült olarak anılmayan, unutulmuş eserler.
Tüm eserlerinin içinde en az kendi benliğine rastladığımız eseri Tezer Özlü'nün. Bu bakıma öncelik diğer kitaplarına verilmeli usta yazarın.

 Ardı Sıra hayatıma eşlik etmiş tüm kitaplara teşekkürlerimle

8 Eylül 2019 Pazar

Okuma Uğraşı


pavese ile ilgili görsel sonucu

                                                      PAVESE VE YAŞAMA UĞRAŞI'NA DAİR

Bazı kitapların ismine vurulup mütevazı kütüphaneme katma arzusu ile doluyorum. Bugün yazımda değineceğim Yaşama Uğraşı da o kitaplardan biri. Benim açımdan oldukça etkileyici bir ismi ve başarılı bir kapak tasarımı vardı ilk karşılaşmamızda. Arka sayfasında yazanlarda da kendimi bulunca biraz da ben de memnuniyetle okuma uğraşına giriştim.

Kitabın yazarı Cesare Pavese bir İtalyan ve sanırım isminin en doğru telaffuzu youtube’da (https://www.youtube.com/watch?v=r8aBX6nEdIw&t=30s )izlediğim bir İtalyanca videodaki gibi sezaare pavasee şeklinde biraz uzatarak söylemek. ( ne yazık ki başlarda ben Sezar Paves şeklinde okunuyor zannediyordum bu yüzden böyle bir açıklama yapmak mecburiyeti duydum.)
Araştırıp elde ettiğim kıt bilgiye göre yazarın ömrü bütünüyle İtalya’da geçmiş, yazarımız edebiyat okumuş, öğretmenlik yapmış, magazinsel aşklar yaşamış, döneminde dalga dalga yükselen faşizme karşı antifaşiş bir tutum sergilemiş ve bundan ötürü hapis yatmış,  faşizmin ardılı II.Dünya Savaşı esnasında da sağlık sorunları sebebiyle kız kardeşi ile birlikte yaşamış ve son olarak da kendi eliyle hayatına son vermeyi seçmiş.

Zaten Yaşama Uğraşı öyle bir kitap ki bu kıt bilgiden daha fazlasına ulaştırıyor insanı. Dile kolay yazarın 1935-1950 yılları arasında 15 yıllık bir yaşam serüvenini okuyorsunuz ve bu 15 yıllık yaşama serüveni insana yük olabiliyor Ve ben bu yükün ağırlığından ötürü yer yer çok bunaldım çok sinirlenir oldum. Kanaatimce çok da sağlıklı olmayan bir ruh halinin 15 yıldaki değişimine, gelgitlerine, tamamen subjektif çıkarımlarına şahitlik etmek pek de kolay değil. Ki Pavese’nin ilk başlardaki intihar hakkındaki görüşlerini tam zıttı olan ve adım adım beliren intihar fikrini fark edip yalnızca okumakla yetinmenin omuzlarıma bindirdiği bir yük de var. Bir insan nasıl ruh sağlığını kaybediyor, yaşama uğraşında yenik düşüyor tüm çıplaklığı ile görüyorsunuz.

Tüm bunlara ek olarak  kitabın ardından kafamda beliren bazı konu başlıkları var Pavesenin sıklılıkla üzerine kafa yormuş olduğu.

 İlk konu başlığı olarak elbette ki edebiyat var. Adım adım başarılı bir yazar nasıl oluyor Pavese tanıklık ediyorsunuz ve ayrıca yazarın ilk gençlik yıllarından itibaren hem okuduklarına dair notlarına hem de esinlendiği isimlere dair incelemelerine ulaşıyorsunuz bu aşama fazlaca edebiyat bilgisi gerektiriyor benim adıma çünkü bazı isimler çok yabancı ve bazı çıkarımlar çok ağır benim için. Bu konuda yetersiz olduğum için kitapta bazı kısımları tekrar tekrar okumam gerekti ve üzülerek belirtebilirim ki bazı kısımlar bende hala net değil.

Örneğin;
Cesare Luporini’nin Situazione e liberta nell’esistenza adlı kitabındaki ‘Responsabilita e persona’  bölümü ‘coşku anı’, ‘sürekli bütünlük’ (Simge ve Doğal Durum) konusundaki düşüncelerine açıklık kazandırdı.(bknz.27 Ağustos 1939, 22 Şubat, 24 Şubat II.paragraf, 27 Şubat 1940). Bugün yeni olan şey, coşku anı ile simgenin örtüşmesi, bunun da tam özgürlük anlamına gelmesi.

Ya da

Every Man in His Humour’u okurken şuna dikkat ettim: Öbür Elizabeth  dönemi yazarları güldürü ögelerini olaylardan alırken Shakespeare aynı iş için kelimelerden yararlanıyor.

Yazarın etkilendiği, öve öve bitiremediği isim Shakespeare olmakla birlikte yazarın Dante, Homeros, Milton, Hemingway, Leopardi ve Stendal gibi isimleri de sıklıkla andığını rahatlıkla ifade edebilirim.
Ardından kadınlara dair tutumundan bahsedebiliriz ve bu tutum beni huzursuz etmiştir. Kendi özgür iradesi mi yaşantısı mı bilmiyorum ama tüm kadınlar hakkından oldukça olumsuz ve sinir bozucu ifadeleri var.

Örneklendirmem gerekirse;

Bir erkeği bir çocuktan ayıran özellik, bir kadın üzerinde üstünlük kurmayı bilmesidir.
Bir kadını bir çocuktan ayıran  özellik ise, bir erkeği nasıl sömüreceğini bilmesi.

Veya

Kadınlar için tarih yoktur. Murasaki, Sappho; Madame de La Fayette birbirlerinin çağdaşı olabilirlerdi. Oysa moda diye bir şey var kadınlar için. Acaba bildikleri bir hile mi, yoksa akıl almaz bir yetenek mi, onların böyle tıpatıp modanın gereklerine uygun bir görünüşle karşımıza çıkmalarını sağlayan?

Veya

Evli bir adamın bile cinsel hayatına bir çözüm bulamamış olması sevindirici, avutucu bir düşünce. Evlenen adam bu zevki artık namusuyla ve huzur içinde tadacağını umar, oysa çok geçmeden karısından bıkar; onu gördüğü zaman bir orospuyu görüyormuşçasına boğuntuya kapılır. Krş. Tolstoy ve ***. Sonra da nasıl olsa onunla geçinemeyeceğini anlar. Tabii daha önce her keresinde  çocuk sahibi olmak ya da kendini tutmak ve doğum kontrolü uygulamak sorunuyla karşı karşıya gelmemişse. Her iki durumda da o güzelim özgürlüğü uçup gitmiş gibidir.

Veya

Kadınlar düşman bir ırktır, Almanlar gibi

Daha fazla bu hastalıklı düşünceleri örneklendirmeye devam etmeden diğer konu başlığımız olan tanrıya ilişkin görüşlerinin tanrıtanımaz bir halden giderek yumuşadığını belirtip, bir paragraf ile de örneklendireyim.

Tanrı’nın aynı zamanda teknik bir tufan – uzun düşüncelerin hazırladığı bir simgeler düzeni- olduğu da unutulmamalıdır.  

İntihara ilişkin düşünceleri de süreç içerisinde olumsuzdan olumlu bir kanaate dönüşmekte ve hatta 1946 yılında yani ölümünden 4 yıl önce kendini şöyle göstermektedir:

Mutlu musun? Evet mutlusun. Güçlüsün, deha sahibin,yapacak işin var. Yalnızsın.
    Bu yıl iki kere intiharı aklından geçirdin. Herkes sana hayranlık duyuyor, seni övüyor, seni kutluyor. Öyleyse ?

 Farkına varmadan ölümün kıyısına bile gelmiş olabilirsin üstelik.

Ve son olarak yaşamının son dönemlerinde onu derinden etkileyen aşkı ve aşk acısı. Bu aşkı;
 belki de varlığım onun varlığıyla karışabilse eskisinden daha çok anlamı olurdu yaşamanın.  olarak ifade ediyor.
Ölmeden 11 gün önceki uzun bir yazısında da sevdiği kadına karşı son aşk dolu sözlerini dile getiren Pavese sevdiği kadını kaybetmenin ardından büyük bir boşluğa düşüp de kıyıyor canına belki de.

pavese ile ilgili görsel sonucu

Kitaba ilişkin değerlendirmemin ardından Pavese’nin de belirttiği gibi okurken aradığımız yeni düşünceler değil, kendi düşüncelerimizin basılı sayfada doğrulandığını görmektir. Öyleyse geçelim benim doğrulanmış düşüncelerime:

Uçurumdan kurtulmanın tek yolu ona bakmak, derinliğini ölçmek ve kendini o boşluğa bırakmaktır.
Yanlışlar hep başlangıçla ilgilidir.

Aşkla ilgili bir düşünce: senin kardeşin olarak doğmuş olmayı ya da seni dünyaya kendim getirmiş olmayı isteyecek  kadar çok seviyorum seni

Hiçbir sakınma duymadan sevmek karşılığı durmadan ödenen bir lükstür.

O çöreğini yerken gözlerinle içtin onun güzelliğini

Bir aşığın mantığı: ben ölmüş olsaydım, o yaşamaya, gülmeye, talihini denemeye devam edecekti. Ama beni atlatıp bıraktı ve gene de yapıyor bütün bunları. Demek ki ben de ölmüş biri gibiyim
.
There is no excellent beauty that hath not some strangers (kitapta da İngilizce olarak geçmekte)

Bayramlar, tatiller, kalabalığın bir parçası olmak, aile gibi sıradan insanların hoşlandığı şeylerden bir tat almamakla övünmekten vazgeçmem gerekecek.

Kendimi yalnız bırakmamak için bütün gece aynanın karşısında oturdum.

Kendimizle başkalarını ayırt edebildiğimiz zaman, yani artık onlarla birlikte olma gereğini duymadığımız zaman genç olmaktan çıkarız. Ve iki şekilde yaşlanırız: ya kendimizden bile hiçbir şey beklemeyerek (taşıllaşma, ikinci çocukluğa dönme) ya da yalnız kendimizden bir şey bekleyerek (gayret)
Önceleri iktidar ideolojilere hizmet ederdi; şimdi, ideolojiler iktidara hizmet ediyor.

Senin yaşama uğraşının püf noktası, uğraşla ilgili olarak anlatım gereksinmesini, yaşamla ilgili olarak da insanlarla ilişki gereksinmesini duymandır.

Estetik değerler, ahlakın özü, gerçeğin ışığı öğretilemez. Her insan kendi içinde yaratmak zorundadır bunları. Bu kavramlar mutlak, zaman ve toplum dışı değerler oldukları için başkalarına iletilemez. Kelimeler bu kavramları ancak ana çizgileriyle dile getirebilirler.

Günleri değil anları hatırlarız.

Bir başka insanın çocukluğunu öğrenmek, onu yeniden yaşamak istemek, belli bir sevgi belirtisidir.

Aşkla şiir arasında gizli bir bağ vardır; çünkü her ikisi de, her kiminle olursa olsun, konuşmak, anlaşmak, ona içini açmak isteğidir. Yerini başka bir şeyin alamayacağı dizginlenemez bir istektir bu. Şarap da buna benzeyen düzmece bir durum yaratır; gerçekten de, sarhoşların durmadan konuşmaları bunun bir kanıtı değil midir?

Proust’un durumların ve insanların durmadan ve anlaşılmaz bir şekilde değişmesi ve istediğimiz şeyi elde ettiğimiz zaman bunun  artık bizi tatmin etmemesi yolundaki temel düşüncesi… 

Aşk iki sevgiliyi birbirlerine değil, kendi kendilerine çırılçıplak gösterme gücüne sahiptir.

Ah! Şu kayıtsızlığın gücü! Budur taşlara milyonlarca yıl değişmeden dayanabilme olanağı veren.

Bakarsınız , overhead bir konuşma sizi durdurur; sizi, doğrudan doğruya size söylenmiş sözlerden daha çok ilgilendirir, daha çok duygulandırır.

Ben –kanımca başka birçok kimse de- mutlak anlamda doğru olanı değil, kendimizin ne olduğunu arıyoruz.

İnsanlar arasında yaşamak, kendini rüzgarda uçan bir yaprak gibi hissetmek demektir. Bir an gelir, insan kendisini her şeyden uzaklaştırmak, bütün o bilardo toplarının belirliliğinden kurtarmak ister.
( Bu aşamada Murathan Mungan’ın linki bulunan şiirinin okunması şiddetle tavsiye edilir.  https://siirantolojim.wordpress.com/2012/07/18/bilardo-toplari-2/ )

Büyüklük yasak değil. Yasak olan egemen çevrelerin onaylamadığı büyüklük.

Seni hiç unutmayacağım, diyor. İnsanın bırakıp gitmek istediği birine söylediği gibi

Ve tüm bunların ardından Pavese’nin de belirttiği gibi söyledikleri doğru olmayabilir, ama bunları söylemiş olması iç benliğini ele veriyor.

Teşekkürler